Üzerinden geçtiğimiz köprülerin veya evlerimize enerji sağlayan santrallerin hizmet ettiği tek amaç hayatımızı kolaylaştırmak mı? Winner’ın artifact dediği bu ürünler tabiatı gereği nötr bir pozisyonda mı; yoksa, içinde yaşadığımız sistemleri besleyen veya değiştirebilen bir güce mi sahip? Winner’ın teknolojik determinizm ve sosyal determinizmin ötesinde bir görüşle, teknolojik ürünlerin hem teknik özelliklerini hem de toplumsal bağlamını dikkate alarak cevapladığı bu sorunun, ileri teknoloji ile özdeşleşmiş 21. yüzyılda hala tartışmalara konu olması hiç şaşırtıcı değil. Öyle ki, Do Artifacts Have Politics? isimli bu makale, akademik çalışmalarda yaklaşık dört bin kere alıntılanmış. Winner, kendi sorduğu soruyu yine kendisi cevaplıyor: Evet, teknolojik ürünlerin altında yatan bir politika var.
Teknolojide Tahakküm Odağı
Öncellikle makalenin temelini oluşturan bu iki kavram, “teknoloji” ve “politika” üzerine konuşalım. Yazarın “teknoloji” ile kast ettiği şey belli tür donanımları (binalar, yollar, köprüler, enerji santralleri ve makalede değinilmemiş olsa bile cep telefonları gibi) oluşturan büyük ya da küçük parçalar; “politika” kelimesini ise insan toplulukları arasındaki güç ilişkilerini ve otorite kavramını açıklamak için kullanıyor. Nitekim, Winner’ın tezini ispatlamak için verdiği ilk örnek Long Island’da hala varlığını sürdüren alçak köprüler. Winner, bir çoğumuzun ilk bakışta bu köprüleri masum bulacağını ve üzerine ikinci kez düşünmeyeceğini söylüyor. Ancak köprülerin mimarı Robert Moses’ın da belirttiği gibi, bu kadar alçak tasarlanmasının sebebi, arabası olmayan yoksul (ve genellikle siyahi) insanların toplu taşıma ile Long Island’ı ziyaret etmesinin önüne geçmekti. Paris’teki caddeler ise Louis Napoleon’un emri doğrultusunda, 1848 devriminde yaşanan sokak çatışmalarının tekrarlanmasını önlemek adına çok daha geniş tasarlanmıştı. Amerika’da 1960’ların sonu ve 1970’lerin başında inşa edilen üniversiteler, protesto eden öğrenci gruplarının daha kolay dağıtabileceği şekilde dizayn edilmişti. Winner, yeni teknolojilerin her zaman verimlilik odaklı tasarlanmadığını, bazen bir topluluğun diğer bir topluluk üzerinde güç sahibi olabilmesi için hayatımıza girdiğini düşünmemiz gerektiğini belirtiyor.
Örneğin, 1880’li yılların ortasında Chicago’da kurduğu orak makinesi fabrikasına getirttiği hava ile çalışan kalıp makineleri Cyrus McCormick’e 500.000 dolara mal olmuştu. İlk bakışta McCormick’in makineleşme sayesinde daha büyük bir verimliliğe ulaşmayı amaçladığını düşünsek de bu gelişmeyi daha geniş bir bağlamda değerlendirmemiz gerekiyor. McCormick aslında, bu makineleri “çalışanları arasındaki kötü adamları”, yani Demir Kalıpçıları Sendika’sını kuran vasıflı işçileri ayıklamak için bir fırsat olarak görüyordu. Vasıfsız işçilerin kullandığı bu makineler aslında hem daha kalitesiz dökümler üretiyor hem de daha pahalıya mal oluyordu; nitekim McCormick üç sene kullandıktan sonra bu makineleri fabrikadan çıkardı. Ancak bu üç senede amacına ulaşmış, sendikayı dağıtabilmişti.
McCormick’in fabrikasındaki gibi teknolojik gelişmeleri, işçilerin örgütlenme çabasından veya polisin Chicago’daki işçileri bastırmasından koparılmış bir bağlamda değerlendiremeyiz.
Winner, bu teknolojilerin, kullanım amaçlarını geçen bir önem taşıdığını ve insanların genellikle düşündüğü gibi bazen iyi bazen de kötü amaçlara hizmet eden nötr araçlardan ibaret olmadığını söylüyor. Örneğin Moses’ın köprüleri gerçekten de bir köprüden beklendiği gibi otomobilleri A noktasından B noktasına taşıyor; ancak alçak inşa edildiği için, yani var olan bir teknolojinin belirli bir şekilde düzenlemesiyle politik sonuçlar doğuran bir ürüne dönüşüyor. Winner’ın değindiği bu örneklerde bazı teknolojilerin, otorite sahibi insanların verdiği kararlar doğrultusunda şekillendiğini görebiliyoruz; bu yüzden daha esnekler ve yol açtığı toplumsal sonuçlar itibariyle daha değişkenler.
Otoriter Teknoloji Demokratik Teknolojiye Karşı
Bazı teknolojiler ise tabiatı gereği toplumu belirli bir şekilde etkiliyor. Winner, bu noktada teknolojiyi ikiye ayırıyor: otoriter teknoloji ve demokratik teknoloji. Örneğin nükleer enerji santrallerinde, büyük bir alan ve kompleks ekipmanlar gibi altyapıların yanı sıra santralden sorumlu olan askeri elitlerin varlığı, dolayısıyla merkezileşmiş bir otoritenin olması zorunludur – ki Winner, bu zorunluluğu mantıklı bir zorunluluk olarak değil pratik bir zorunluluk olarak tanımlıyor; çünkü santralin işleyişi, Platon’un dediği gibi bir kaptan ve ona sorgusuz sualsiz itaat eden tayfasının gemide kurduğu hiyerarşik sistemin işleyişine benziyor. Öte yandan güneş enerjisi için böyle bir hiyerarşiye ihtiyaç duyulmuyor. Güneş enerjisi, nükleer enerji gibi merkezi sistemlerden çok daha ulaşılabilir ve kontrol edilebilir bir teknoloji; ve sivil insanların evlerinde dahi varlığını sürdürebildiği için demokratik teknolojilere örnek olarak gösterilebilir. Ancak var olan büyük ve komplike teknolojilerin çoğu, merkezileşmiş ve hiyerarşik bir kontrol mekanizması ile inşa ediliyor ve sosyal ve politik koşullara bir hayli duyarlı; çünkü bu teknolojilerin benimsenmesinin ardında yatan en büyük motivasyon finansal çıkarlar.
O halde, tabiatı gereği güç ilişkilerini ve otoriteyi şekillendirme potansiyeline sahip olan teknolojileri benimsemeden önce, bu teknolojilerin hangi formda hayatımıza gireceğini sorgulamamız gerekiyor.
Winner, The Whale and the Reactor adlı kitabında, hangi formdaki teknolojilerin, kurmak istediğimiz toplum yapısıyla uyumlu olduğunu düşünmemiz gerektiğini savunuyor. Teknolojiye optimist bir bakış açısıyla yaklaşmak ise doğru cevaplara ulaşmamızı engelleyebilir; çünkü bize özgürlük vaat eden teknolojiler aslında inşa etmek istediğimiz özgür ve adaletli toplumlarla uyumlu olmayabilir. Winner, elektronik bilgiye ulaşım sağlayan bilgisayarların demokrasi ve eşitlik getireceğine körü körüne inan “bilgisayar romantiklerini” eleştirirken, bu ulaşımın aslında halkın değil elinde hali hazırda güç bulunduran otoritelerin işine geleceğini söylüyor -ki son zamanlarda yaşanan Cambridge Analytica olayı buna örnek gösterilebilir.
Etik Tartışmalar
Kesin cevaplara ulaşmak her zaman kolay değil. Georgia Teknoloji Enstitüsü’nde ders veren Amy Bruckman, Winner’ı ele aldığı bir blog yazısında, yüz tanıma teknolojileri üzerinden verdiği bir örnekle cevapsız kalan sorularına değiniyor. Eğer hatasız sonuçlar veren yüz tanıma teknolojilerini icat edebilseydiniz, eder miydiniz? Örneğin firar eden ABD’li terörist Eric Rudolph’un yerini tespit edebilmek için ülkedeki tüm marketlere bu teknolojiler ile çalışan kameralar koyabilseydiniz, bunu yapar mıydınız? Hükümetinize gerçekten güveniyor musunuz? Bu teknolojilerin kullanılmasını, ancak sınırlandırılmasını istiyorsanız, kendi hükümetinize güvenseniz bile icat ettiğiniz teknolojik ürünler totaliter rejimlerin eline geçtiği zaman ne olacak? Ama mucitler, icatlarının akıbetinden sorumlu tutulabilir mi? Eninde sonunda üzerindeki kontrolünüzü kaybedeceğinizi bile bile böyle teknolojiler geliştirir miydiniz? Bruckman, görme engelli bir öğrencisinin, yüz tanıma teknolojilerine erişebilmek istediğini, bu sayede sevdiği insanları ayırt edebileceğini söylüyor. Daha adil bir toplum kurabilmek için böyle bir teknolojiye ihtiyacımız varsa, muhtemel olumsuz sonuçlarından nasıl korunabiliriz? Winner’ın dediği gibi, bu teknolojileri hangi formda benimsemeliyiz? Do Artifacts Have Politics?, bizi, teknolojiyi toplumsal bağlamda ve güç ilişkileri üzerinden değerlendirmeye teşvik ederken, teknolojinin, belki de hiç farkında olmadığımız sonuçlarını düşünmemiz için cesaretlendiriyor.