Jing Lee‘nin Thrive Global’de yayınlanan yazısının çevirisidir.
Sıklıkla, akıllı telefonumun -olması gerekenin tam tersine- sahibim olduğu hissine kapılırdım. Yemek yerken, kitap okurken, otobüste giderken –her tür durumda, telefonumu elime alıp herhangi bir şey yapmaya karşı güçlü bir zorunluluk/aciliyet hissediyordum. Genellikle, gündüz ilk kez, gece de son kez dokunduğum şey akıllı telefonum oluyordu. Telefonumun ayrılık kaygısı falan yoktu ancak benim kesinlikle vardı. Onu yanıma almadan evden çıkmışlığım -asla- yoktu. Beni ele geçirmişti ve bunu biliyordum.
Konuştuğum neredeyse herkes telefonlarına ne denli bağımlı olduklarının farkında ancak ya bir şeyler yapmak için motivasyonları yok ya da bu konuda spesifik olarak ne yapabileceklerine dair (daha az kullanmayı ‘’denemek’’ dışında) bir fikirleri yok. Ben de, yakın zamana kadar onlarla aynı gemideydim. Beni, akıllı telefonumla ilişkimi değiştirmeye sevk eden şey, eşimle ilişkimizin kötüleşmeye başlaması oldu.
Aslında akıllı telefonlarla ilişkimiz zararsız şekilde başladı. Önce birimiz sohbetin ortasında ‘sadece’ mesajlarını kontrol etmek için telefonuna baktı. Sonra diğerimizin ‘çok kısa bir şey’ yapmak için telefonuna bakması gerekti. Örneğin, trafiğin her geçen gün daha da kötüye gittiğinden söz ettiğimiz bir konuşmanın ortasında, aniden bölge nüfusunu öğrenmek zorunda hissedip telefona yöneldik. Derken akşamlarımızın çoğunu, koltukta telefonumuza yapışmış vaziyette, ‘kaydırarak’ ya da ‘tıklayarak’ harcar olduk –birbirimizle neredeyse hiç konuşmadan. Ben uzaklaştığımıza dair rahatsız edici bir hisse kapılana dek (aylarca) bu ritme ayak uydurduk.
Aile zamanının ve telefonun ‘kazanan ve kaybeden’ taraflar olmaksızın bir arada olabileceğini düşünürüz. Ancak olamazlar. Bir gün içindeki zamanımız kısıtlıdır ve saatlerimizin çoğunu uyumaya, çalışmaya, yemeye, işe güce ayırırız. Bu da bize, sevdiklerimizle geçirebileceğimiz pek kıymetli 2-3 saat bırakır. İşte akıllı telefonum buna engel oluyordu.
Bir: Mesajlarımı kontrol etmek ya da bir şeye bakmak için telefonumu elime her aldığımda, ailemle olan ilişkimden bir dakika daha çalıyordum. Sekteye uğrayan her an, tek başına oldukça zararsız gözükse de, zamanla bu anlar çoğalmaya ve uzamaya devam etti.
İki: Kaliteli zaman için belirleyici olan, geçirdiğiniz zamanın miktarı değil, sürekliliğidir. 1 saat boyunca kesintisiz olarak sürdürdüğünüz sohbetin kalitesi, aynı uzunlukta fakat 10 dakikada bir bölünen bir sohbetten çok daha yüksektir. Akıllı telefonunuz her araya girişi, ailenizle geçirdiğiniz kaliteli zamanı küçük zaman aralıklarına böler ve sevdiklerinizle yeterince bağ kuramadığınızı hissetmenize sebep olur.
Üç: Akşam yemeğinde telefonumu elime aldığımda dolaylı olarak eşime de aynı şeyi yapma hakkını sunmuş oluyordum. Birbirimizin hareketlerini sıklıkla etkiliyor ve bu esnada farkında olmadan telefon kullanımlarımıza dair sınırları da ortadan kaldırmaya başlıyorduk. Neticede, telefonlarımızla, birbirimizle geçirdiğimizden çok daha fazla zaman geçirdiğimiz bir noktaya geldik. Ve bu çok üzücüydü.
Son birkaç ay, bu problemi hedef alan farkındalık egzersizleri denedim ve bunlar ailemle geçirdiğim zamanın kalitesini olumlu etkiledi. Yaptığım bazı şeyler şunlardı:
Telefonumu elime almak istediğim her an, duygularımı gözden geçirmeye başladım.
Herhangi bir farkındalık egzersizi, adı üstünde kişinin ‘fark etmesi’ ile başlar. Bu nedenle ben de, telefonu elime aldığım her anda nasıl hissettiğimi gözden geçirmeye karar verdim. Bazen gergin, bazen heyecanlı ve bazense yalnızca sıkılmış hissetmiştim. Bu gözden geçirme süreci; telefona sarılma, herhangi bir uygulamayı açıp sayfaları kaydırma ya da bir şeyler yazmaya başlama tepkisinin otomatikleşmişliğini kırmamı sağladı. Duygularımı gözden geçirmek için durakladığım bu anlarda, telefonu hangi hisler ya da sebeplerle elime aldığımı ve telefona sarılmamın bu hisleri ne şekilde etkilediğini fark etmeye başladım.
Farkındalık egzersizi; aynı zamanda alışkanlık haline gelmiş kimi eğilimlerimizin farkına vararak verdiğimiz tepkileri farklılaştırmak noktasında bizlere yardımcı olur. Bu şekilde, bazen telefonumu kavradığımda, bunu aslında herhangi bir ihtiyacım için değil yalnızca sıkıldığım için yaptığımı fark ederek telefonumu kullanmadan bırakmaya başladım. Bu bana özgürlük sağlıyordu, böylece telefonumun sahibi oldum – ve artık o benim sahibim değildi.
Kullanımımı takip etmeye başladım.
Farkındalığımın bu ikincil evresinde, Moment adı verilen ve gün boyu telefonda ne kadar vakit harcadığınızı takip eden uygulamayı indirdim. İronik olduğunun farkındayım. Sonuç: Günde ortalama 2 saatimi telefonda harcadığımı şaşkınlıkla fark ettim. Uygulamanın yaratıcısı Kevin Holesh’e göre, günlük olarak kullanıcıların telefonda geçirdiği ortalama süre 3 saat 57 dakika ve bu bulgu diğer pek çok çalışmanınkiyle tutarlıklık gösteriyor. Telefonu ele alma sayısı da günde ortalama 52 olarak belirlenmiş. Sadece kullanım şeklim hakkında fikir sahibi olmak bile beni telefonu daha az kullanmaya motive etti.
Sınırlar koymaya başladım.
Sınırlar, söz konusu telefon kullanımı olduğunda pek çoğumuzun geliştirdiği otomatikleşmiş alışkanlıkların kırılması için harika bir araç olabilir. Bu doğrultuda eşimle, Salı ve Cuma günleri (acil durum ve aile büyükleriyle görüntülü görüşmeler hariç tutulmak üzere) ‘telefonsuzluk’ politikasını uygulamaya koyduk. Başta her ikimizin ellerinin de farkında olmadan telefonlara uzandığını fark ettik ve bu anlarda birbirimizi uyarmaya başladık. Bu alışkanlık, kısa süre içerisinde zayıflamaya başladı. Üstelik bu kuralı yalnızca iki gün boyunca uygulamak, kuralın geçerli olmadığı diğer günlerde de olumlu etki gösteriyordu.
Akıllı telefonların hayatımıza yalnızca 10 yıl önce girdiğine inanmak çok güç, çünkü onların olmadığı bir hayatı artık hayal dahi edemiyoruz. Öte yandan biliyorum ki, çoğumuzun içinden bir ses telefonu daha az kullanması gerektiğini söylüyor. Bunun yalnızca telefonunuzu daha az kullanmaya çalışmakla değil, telefonunuzla daha bilinçli bir ilişki kurmakla mümkün olduğunu söyleyebilirim. Bu bilinç ise temel olarak telefonlarımızla ilişkimize dair farkındalığımızı artırmakla başlıyor. Farklı davranmayı ancak farkındalık yoluyla tercih edebiliriz.
Kaynak: Thrive Global