İnternet; router’lar, kablolar ve daha birçok teknik bileşenden oluşan fiziksel bir altyapı üzerine kurulu olsa da aslında içerisinde çok daha soyut ve toplumsal bir dinamik barındırıyor. Alışverişten tutun sekse kadar birçok insan aktivitesi dijital dünyaya taşındıkça gerçeklikten sanallığa doğru ilerleyen bir kolonyal genişlemeye şahit oluyoruz. 15. yüzyıldaki deniz tüccarları ile Silikon Vadisi girişimcileri arasında ise sandığınızdan daha büyük bir benzerlik var.
Zagreb Uygulamalı Bilimler Üniversitesi’nde ders veren Petar Jandrić; postkolonyal bilim ve teknoloji çalışmalarının (PSTS) öne sürdüğü teorileri baz alarak Digital Postcolonialism adında bir çalışma yayınladı. Bu çalışmaya göre, dijital dünya, tıpkı fiziksel dünyada olduğu gibi, sınırları çizilmiş bölgelerden, bu bölgeyi kontrol edenlerden ve bu bölgeye göç edenlerden oluşuyor.
Postkolonyal Bilim ve Teknoloji Çalışmaları (PSTS): Üçüncü dünya ülkeleri ve batı ülkelerindeki bilimsel ve teknolojik gelişmeleri karşılaştıran ve batılı olmayan coğrafyalardaki teknolojik gelenekleri alışılagelmişin aksine Avrupa merkezli olmaktan uzak bir mercek altında inceleyen alan.
Dijital Coğrafyalar
Postkolonyal çalışmaların kurucusu Edward Said, emperyalizmin kalbini ve ruhunu oluşturan en temel ögenin coğrafya olduğunu savunuyor. Benzer şekilde, Fransız sosyolog Henri Lefebvre bütün toplumların kendi alanlarını yarattığını ve bu alanların sosyal ilişkilerin oluşmasında bir ön koşul olduğunu söylüyor. Dijital dünyadaki alanlar ise İnternet (maddi) ve World Wide Web (gayrimaddi) olmak üzere iki bileşenden oluşuyor. Bu ikisi arasındaki diyalektik ilişki, çevrimiçi toplumların korunması ve (yeniden) üretilmesi için gerekli zemini hazırlıyor. Bu bağlamda, dijital dünya, tıpkı Lefebvre’nin dediği gibi, kontrolün, hakimiyetin ve gücün olduğu sosyal alanlara dönüşüyor.
Elbette, dijital alanlar Avustralya’da olduğu gibi fiziksel zeminlere sahip değil. Dijital çimleri çıplak ayağımızla hissedemiyor, çocuklarımızı dijital patatesler ile besleyemiyor, ve en önemlisi dijital ürünleri fiziksel hayatımızda üretemiyoruz. Ancak şu an okuduğunuz makale, en az bilgisayarınızın yanına koyduğu kahve fincanı kadar gerçek. Bu makalenin üretimi, entelektüel ve fiziksel emek gerektiriyor; üretim esnasında plastik, slikon ve elektrik gibi fiziksel kaynaklar kullanılıyor. Üstelik ortaya çıkan ürünün okuyanların düşünce dünyasında da bir karşılığı var. Her ne kadar dijital dünyanın tabiatı fiziksel doğanın tabiatından farklı olsa da bu fark; fiziksel, sosyal, ekonomik, kültürel ve linguistik alanlardan oluşan “dijital coğrafyalar” üzerine konuşmamıza engel değil.
Ancak internetin geçmişte eşi benzeri görülmemiş bir alan olduğunu yadsıyamayız. Yazar, interneti ilişkilendirebileceğimiz en yakın alanın “uzay” olduğunu öne sürüyor. Her ikisinde de global olan ile lokal olanı ayırmak için tekno-bilime bağımlıyız ve her ikisi de alışkın olduğumuz deneyimlerin ötesinde, metafor ve maddiyatı ayıran bir sınırda konumlanıyor. İnternetin yarattığı dijital dünya, tıpkı uzay gibi “başka bir yer” olmakla birlikte metaforik olarak yerküreden ayrılmayı simgeliyor.
Üstelik uzayın kolonileştirilmesi, tıpkı internetin kolonileştirilmesi gibi geride kalan alanları bir nevi “kırsallaştırıyor” (ilkelleştiriyor) -bu da, Dünya’daki kolonileştirme pratiklerine çok benzer bir şekilde “maskülen bir macera” olarak nitelendiriliyor.
Hem uzay hem de internet, bize farklı boyutların kapısını açıyor; öyle ki koltuğumuzda oturup internetin yarattığı dijital alanlara göz gezdirirken aynı zamanda ekrandan gözümüzü ayırıp odayı, yani içinde bulunduğumuz fiziksel uzay-zaman düzlemini inceleyebiliyoruz. Bu bağlamda, internetin yarattığı dijital dünyalar, bize “analog” varlığımızı anlayabilmemiz için yeni bir perspektif sunuyor.
Dijital Sömürgeciler ve Dijital Barbarlar
Tabii ki alanlar; fiziksel ağlar, bu ağların yaratıcıları, kullanıcıları ve varlığından etkilenen diğer bütün öznelerin arasındaki ilişkiler ile var oluyor. İnternetin yarattığı dijital alemlerin varlığı, sadece onunla etkileşime geçen insanlar sayesinde mümkün. Bu yüzden, dijital dünyalar ile bu dünyaları mesken edinen kullanıcılar arasındaki diyalektik ilişkiyi düşünmek zorundayız. Peki postkolonyal felsefede bahsedilen yerliler ve sömürgeciler, dijital dünyada kimlere tekabül ediyor? Edward Said gibi post-kolonyal yazarlar, sömürgecileri meraklı maceracılar, heybetli askerler, azimli misyonerler, zalim katiller, barbar tecavüzcüler, baskıcı otoriteler ve sömürdükleri yerin zenginliklerini servetlerine servet katmak için kullanan beyaz erkekler olarak nitelendiriyor. Ancak dijital kolonilerde, Christopher Columbus, Vasco da Gama VE Amerigo Vespucci gibi sömürgecilerin yerini Steve Jobs ve Mark Elliot Zuckerberg gibi insanlar almış durumda.
Kuşkusuz bu dijital sömürgeciler de maceraperest, meraklı, cesur, organize, beyaz ve erkek. Üstelik 15. yüzyıl sömürgecilerinden çok daha fazla kazandıkları da bir gerçek. Fakat artık sömürü, cinayet veya tecavüz gibi kanunların açıkça suç saydığı eylemler ile değil, küresel güney ülkelerindeki yerli insanların insanlık dışı koşullarda çalıştırılmasına göz yuman bir sistem vasıtasıyla gerçekleştiriliyor.
Michael Kwet, Digital Colonialism adlı yazısında, verilerin yeni ham maddeler olduğunu söylüyor. Mühendisler, 250 bin dolar gibi cömert ücretler alırken ucuz iş gücünü oluşturan Afrikalı ve Çinli işçiler yapay zekaların daha doğru sonuç vermesi için binlerce fotoğraf ve videoyu gözden geçirip notlar ekliyor; veya sosyal medyadaki rahatsız edici içeriklerin kaldırılması için çalıştırılan Asyalı işçiler gördükleri şeyler yüzünden PTSD (Travma Sonrası Stres Bozukluğu) yaşıyor. Üstelik “entelektüel varlık” ve “dijital zeka”yı tekelleştiren Microsoft ve Google gibi şirketler, daha az gelişmiş ülkelerin birçok alanda kendilerine bağımlı hale gelmesine neden oldukları gibi iş gücü sömürüsü ve propaganda gibi “yasal” sömürü yollarına başvuruyor.
Dijital dünyadaki yerli halkın tanımı ise kolonileştirilen ülkelerdeki yerli halktan farklı bir şekilde yapılıyor. Kolonyalist literatürde “yerli” kavramı, sömürgelileştirilen coğrafyaların yerli halkı; kolonyal efendilerin köleleri, gerici dinlerine tutunan kafirler, medeni insanlara hizmet etmesi gereken tembel barbarlar olarak kullanılıyor. Bu tanım, sömürgeciler tarafından kendi siyasi ve ekonomik çıkarları için üretilmiş sosyal bir inşadan ibaret. Benzer bir şekilde, dijital istilacılar da kendi barbar sınıfını yaratmış durumda. Tabii ki, dijital dünyaların önceden var olan yerli bir halkı olmadığı için bu noktada, bilgi ve iletişim teknolojilerini kullanan insanların, nüfusun geri kalanından zihinsel, maddi ve yeteneksel gibi birçok bağlamda ayrıştığını öne süren dijital ayrım kavramından söz etmek gerekiyor. Jandrić, bu ayrımın ayrıcalıksız tarafında kalan ve dijital dünyalara adım at(a)mayan insanların “yeni barbarlar” olarak görüldüğünü söylüyor.
Kolonyalizm, keşfedilen yeni coğrafyaların yerli halkından barbarlar yaratırken, dijital kolonyalizm, sanal alemlere adım at(a)mayan insanları barbar olarak yaftalıyor. Böylelikle “yerli” kelimesi, kolonyal bağlamında kullanıldığı anlamdan uzaklaşarak, “dijital yerli” kavramına dönüşüyor.
Bu kavramı akademiye kazandırmış Marc Prensky’nin de dediği gibi dijital yerliler, doğar doğmaz kendisini teknolojinin göbeğinde bulmuş, bilgisayar ve cep telefonları kullanarak büyüyen, tüm düşünce ve bilgi işleme mekanizması teknoloji ile şekillenmiş yeni bir jenerasyon. Pek tabii, sömürgecilerin kendilerini üstün kılabilmesi için ilkel ve barbar diyebileceği başka bir sınıfa ihtiyacı var. Bu sınıflar arasındaki ilişki, kolonyalizmin bir sonucu değil fakat bir ön koşulu. Çok yakın bir zamana kadar, yüz yüze iletişim, eğitim veya ticaret insanlar tarafından “normal” bulunuyordu. Ancak bilgi ve iletişim teknolojilerinin üretilmesiyle ve bu geleneksel yöntemlerin dijital hale getirilip “geliştirilmesi” ile “ilkel” ilan edildi. Bilim, teknoloji, ve modernlik arasındaki ilişki, aydınlanma çağından beri bu şekilde kuruluyor.
Topluma tam anlamıyla dahil olabilmek için bilgi ve iletişim teknolojileri kullanmak bir zorunluluk haline geldiğinde, dijital sömürgeciler, oluşturdukları sosyal inşada görülen eşitsizlikler için bireyleri suçlamaya başladı -tıpkı geleneksel sömürgecilerin yaptığı gibi.
Barbarlar geçmişte fakir, pis ve hasta oldukları için suçluydu; çağdaş barbar ise bilgisayar kullanamadıkları için suçlanıyor. Gücü avuçlarında barındıranlar; sömürgeleştirdikleri halk, uyuşturucu kullanımı veya tembellik gibi sorun olarak gördükleri bazı faktörlerden arındığı zaman daha büyük bir verim elde edebileceklerinin farkında. Bu yüzden, onlara “medeniyet” getirmek ve yaşam koşullarını iyileştirmek sadece kabul edilebilir değil aynı zamanda arzu edilen bir şey.
Birinci ve İkinci Dünya Savaşı arasındaki dönemde, sömürgeciler, hem Endonezya hem de Malezya’daki yerli halkın yaşam koşullarını -yarattıkları hiyerarşiyi koruma şartıyla- iyileştirmek için ciddi çaba sarf ettiler. Dijital kolonyalizm bağlamında ise, barbarların hayatı tek bir şekilde geliştirilebilir: Onların bilgi ve iletişim teknolojilerini benimsemelerini sağlayarak. Burada güdülen amaç ise, ilkel görülen insanların daha rahat bir hayata sahip olması yerine onları hakim olan sosyo-ekonomik düzende daha verimli bir hale getirmek.
Dijital Post-kolonyalizm
Tarihin ilk denizcileri yeni karalara ayak bastığında devasa gemileri ve beyaz tenleri barbarları adeta büyüledi. Bu barışçıl yabancılar; bıçaklarla yemekleri, aynalarla altınları takas ediyordu. Sömürgenin ilk günlerinde bu etkileşim öyle ya da böyle eşitlikçi bir şekilde gerçekleştiriliyordu; çünkü denizciler ziyaretçi konumundaydı. Ancak çok geçmeden denizcilerin ardından yerleşimciler geldiğinde beyaz adamın bu coğrafyada kalacağını fark ettiler. Kendi yaşam biçimlerini getirmişler, çalışma düzenlerini kendi kültürlerine göre kurmuşlardı. Böylece coğrafyada süregelen geleneksel hayat yavaşça ilkel konumuna getirildi. Bir zamanlar yerlilere ait olan çayırlar; organize tarım arazilerine, madenlere ve üretim alanlarına dönüştürüldü.
Her ne kadar barbarlar çabuk pes etmese de tekno-sosyal kalkınma ile beraber özgür avcılar, toplayıcılar, şamanlar ve daha birçok grup çeşitli formlarda köleleştirildi. Yüzyıllar sonra, bu barbarlar arasında en inatçı olanlar, yaşam alanlarına getirilen modern topluma kıyasla çok daha mütevazi olan “orijinal hayat tarzlarını” sürdürebilmeleri için bu alanların dışına sürüldüler.
Tarihin ilk kullanıcıları dijital aleme ayak bastıklarında, satranç oynayan bilgisayarlar ve sanal gerçekliğin uçsuz bucaksız dünyası, pre-dijital barbarları adeta büyüledi. Sanal alemin barışçıl kurucuları; algoritmalarla bursları, bilgisayar programları ile maaşları takas ediyordu. Dijital sömürgenin ilk günlerinde bu etkileşim öyle ya da böyle eşitlikçi bir şekilde gerçekleştiriliyordu; çünkü bilgisayarlar araç konumundaydı. Ancak çok geçmeden daha fazla insan dijital dünyaya yerleşmeye başladı. Dijital teknolojiler evlere, ofislere, fabrikalara girdiğinde, günlük hayatı sürdürebilmenin geleneksel yolları yavaşça ilkel konumuna getirildi. Bir zamanlar pre-dijital barbarlara ait olan alanlardan geriye niş meslekler ve hobiler kaldı.
Her ne kadar barbarlar çabuk pes etmese de tekno-sosyal kalkınma ile beraber profesörler, tüccarlar, sanatçılar, ve daha birçok meslek grubundan insan, çeşitli dijital makinelerin operatörlerine ve bir nevi cyborg’lara dönüştürüldü. On yıllar sonra, bu barbarlar arasında en inatçı olanlar, yaşam alanlarına getirilen modern topluma kıyasla çok daha mütevazi olan “orijinal hayat tarzlarını” sürdürebilmeleri için manuel olarak idame ettirilen niş mesleklere sürüldü.
Tabii ki ilk sömürgelerin dinamiği ile sonraki sömürgelerin ve/veya post-kolonyalizmin dinamiği çok farklı. İlkinde yerleşimciler vahşi silahlar kullanıp güçlü bir kolonyal idare kurduğu halde post-kolonyalizmde sömürü siyaset, bilgi, sömüren ve sömürülen insanların kültürlerde nasıl görüldüğü ve ideolojiler vasıtasıyla gerçekleştiriliyor. Kölelik kaldırıldı (internete erişim artık bir meta değil, sosyal bir fenomen); ancak kolonyalizmin sebep olduğu adaletsizlik her zamankinden daha belirgin (dijital ayrımda sınırlar yoksulluk ile çiziliyor). Hollanda’nın %92.9’u, Lüksemburg’un %91.1’i, Almanya’nın %83’ü ve ABD’nin %78.1’i çevrim içi iken Etiyopya’nın %1.1’i, Kongo’nun %1.2’si ve Nijerya’nın %1.3’ü bilgisayarlara erişim sağlayabiliyor. Üstelik küresel güneyin dijital teknolojileri yeniden icat etmesi hiç olası gözükmüyor; bunun yerine kuzey ülkelerinin teknolojilerini satın alacak, onların yasalarına ayak uyduracak ve sosyal yaşamlarını benimseyecek -tüm bunlar için de petrolden ve madenden tutun iş gücüne kadar birçok farklı formda ham madde ihraç edecek.
Akıllı telefonlarımızın arkasında yatan iki cümle bunun kanıtı niteliğinde: Kaliforniya’daki X şirketi tarafından geliştirildi, Çin’de üretildi. Veya, “Batılı efendileri” tarafından “ikinci sınıf” olarak nitelendirilen Nijerya’daki işçiler, başarılı bir teknoloji şirketinde en alt kademelerde çalışırken kariyerlerinden gurur duyacak; Kaliforniyalı iş verenleri ise onları “tembel barbar” olarak etiketleyip kötü performanslarından şikayet edecek.
Dijital post-kolonyalizm; kullanıcılar ile dijital dünyaya adapte olamayanlar, küresel kuzey ile küresel güney, zengin ile fakir, ezen ve ezilen arasındaki ilişkileri incelemek için kullanabileceğimiz bir teori. “Medeni” ülkeler “barbar” halklara “aydınlanma” getirirken (ve teknolojik determinizm, insanlığın tek kaderi olarak benimsenip İncil’in yerini alırken) şu anki gerçekliğimizi oluşturan koşulları ve sorgulamadan kabul ettiğimiz tüm normları post-kolonyal bir merceğin altına tutmak, bize vaat edildiğini sandığımız özgürlüğe ulaşmamıza yardımcı olabilir. Ancak bunun için, teknolojik determinizm ve dot-com neoliberalizmi bir araya getiren Californian Ideology’den arınmamız gerekiyor.
Yazan: Bilge Çay
Ana görsel: Zoran Svilar
Kaynaklar:
Digital Postcolonialism
Digital Colonialism: The evolution of US empire
Digital Natives, Digital Immigrants