Bu yazı The School of Life Istanbul blogundan alınmıştır.
İçinde büyük bir masa olan, bol bol gün ışığı alan ve penceresi bir manzaraya, belki de bir suya ya da parka açılan geniş bir odanın, düşünmek için en iyi yer olacağını sanabiliriz.
Birçok ofisin yerleşimindeki önkabul budur: Ne kadar yükselirseniz iş yeriniz bu sözüm ona ideale o kadar yaklaşır. İdeal olarak orada gerçekleşeceği sanılan düşüncenin kalitesine bir övgü olarak, patronların genellikle büyük masaları ve daha da büyük manzaraları olur.
Fakat aslında, bu varsayımlar gerçekten beynimizin işleyişi için geçerli değildir.
İyi düşünmenin birincil engeli, sıkışık bir masa ya da sıkıcı bir ufuk çizgisi değildir. Her şeyden önce, kaygıdır. Pençeleşmemiz gereken en derin fikirlerin potansiyel olarak rahatsız edici bir niteliği vardır. Onları doğru bir biçimde tespit edeceksek ve onların önemlerini açıklığa kavuşturacaksak bunun bir riski olabilir. Geçmişimizin bir kısmını, bazı inançların – bilhassa el üstünde tutulanların – sandığımız kadar akıllıca olmadıklarını keşfedebiliriz, hayatlarımızda bazı oldukça önemli ve meşakkatli değişiklikler yapmamız gerekebilir.
Bu potansiyel olası sonuçlar muğlak bir biçimde ortaya çıkmaya başladıkça büyümektense sakinliğe olan bir arzunun motive ettiği içsel sansürümüz alarma geçer. Benliğin uyanık bir yönü telaşlanır; bu dikkatimizi dağıtır, bizi yorgun hissettirir ya da bizde güçlü bir internette dolanma isteği uyandırır. Ustalıkla kafamızı karıştırır ve düşünce zincirimizi bulandırır. Önemli ve ilginç olsalar dahi, kısa vadedeki huzurumuza yönelik belirgin tehditler de içeren fikirlere doğru kaydetmeye başladığımız ilerlemeyi engeller.
Bu bağlamda duş, zihnimizin işleyiş biçimine öyle faydalı olur ki ciddi düşünme için dünya üzerindeki en iyi yerlerden biri olarak onurlandırılma hakkını kazanır. Hızlı suyun ve buharın ortasında ve gün başlamadan önce birkaç dakikalık soluklanma ile zihin gardını indirir. Kafalarımızın içinde çok fazla şey yapmamız gerekmez; esas olarak sırtımıza sabun sürmeye ve saçımızı iyice durulamaya çalışmakla meşgulüzdür. Zihnimizin gerisinde yarı-oluşmakta olan düşünceler, hayatlarımızın hakiki amacının ne olabileceği ve bundan sonra ne yapmamız gerektiği hakkındaki düşünceler, istikrarlı içsel baskılarını sürdürürler ama şimdi onları bilince ulaşmaktan alıkoyacak çok daha az şey vardır. Düşünmemiz gerekmez ve bu yüzden, nihayet, özgürce ve cesurca düşünebiliriz.
Bu yeterli ama bunaltıcı olmayan dikkat dağıtıcı özellik, otoyolda araba kullanırken ya da bir ormanda yürürken de, yani zihnin yönetsel ürkek yanını, daha otantik ve yürekli içsel entrikalarımıza müdahale etmekten uzak tutmaya tam yetecek kadar şey olduğu zamanlarda, eşit ölçüde var olabilir.
Dünyamız iyi fikirlere oldukça fazla prim verir ama onları tasarlamayı neden olağanüstü bir biçimde zor bulduğumuzu soruşturmaya çok az ciddi emek sarf eder.
Ralph Walso Emerson şöyle demiştir: “Dâhilerin zihinlerinde, görmezden geldiğimiz fikirleri buluruz.” Başka bir deyişle, dahi denilenler, çoğumuzun sahip olduğundan farklı düşüncelere sahip değildirler. Yalnızca onları engelleyenlerin ve peşin hükümlerinin, kendilerini iyice eğlendirmelerine engel olmasına izin vermemek konusunda daha iyidirler.
Ütopik bir gelecekte, gerçek düşünmenin ne olduğu ve nerede gerçekleştiği konusunda çok daha yaratıcı olurduk. İyi düşünmenin gerçek düşmanının küçük bir masa ya da mütevazı bir manzara olmadığını öğrenirdik: gerçek düşman neredeyse her zaman kaygıdır, bunun için daha derin benliklerimizin kütüphanesinde şundan daha iyi yalnızca birkaç çare olabilir: sabah alınan bir duş.
Kaynak: The School of Life Istanbul